Ağaçlı, uzun yol boyunca yürüyorum. Üzerimde geçen kış aldığım kalın, ama zarif montum var. Hep tercih ettiğim gibi, siyah rengi. Ellerimi ceketimin cebinden istemeyerek çıkartıp şapkamı düzeltiyorum. Annem yine mükemmel bir iş çıkartmış... Gülümsüyorum. Karın çamurda kalmış kısmından biraz çamur bulaşıyor çizmeme. Biraz sinirleniyorum kendime, ne kadar dikkatsizim.
Sonra yürümeye devam ediyorum. Tatili fırsat bilen çocuklar kar savaşı yapıyorlar geniş parkta. Kimisi ağaçların arkasına saklanıyor. O kadar mutlular ki. İçlerinden birisi, onları izlediğimi görmüş olacak ki, iri mavi gözlerini bana dikmiş bir şekilde sırıtıyor. Komik, o kadar tatlı ki, ister istemez ufak bir kahkaha atıyorum. Hemen ordaki tahta banklardan birine oturup keyifle onları izlemeye devam ediyorum. Küçük kardeşini kocaman, soğuk kar toplarından korumaya çalışan bir kız çocuğunu görüyorum aralarında. Küçük kardeş sinirli, muhtemelen ablasının onu korumaya çalıştığının farkında değil... Birden ablam geliyor aklıma, ne çok özlemişim onu... İzmir'i, denizi, kordonu.. Ailemi...
Ayağa kalkıyorum. Hava soğuk, neyse ki yarılamışım yolu. köşedeki gazeteciden gazete alıyorum. Ne kadar garip, 3 yıl öncesine kadar 1 gram fransızcam yoktu oysaki... Yürümeye devam ediyorum. Yolun sonuna geldiğimde, caddenin üzerindeki kafelerden birine giriyorum. Her zamanki yerime, büyük camekanın önüne oturuyorum. Kahvem her zamanki gibi, sade, şekerli. Güler yüzlü garson, mükemmel kokulu kahvemi kocaman gülümsemesiyle beraber getiriyor yine. Derin bir nefes alarak teşekkür ediyorum. Başını hafifce öne eğerek, nazikce cevap veriyor bana. Dışarıya bakıyorum, işte yine tam karşımda, meşgul, telaşlı insanlarıyla Paris... ve en büyük tutkum, Eiffel kulesi...